29 Mayıs 2011 Pazar

NIGDE EFSANE VEYA EŞKİYA AYNALI İSMAİL

place here to learn-treasure place here to learn-treasure-defıne defıne defıne defıne sıgnal sıgns-solutıons-map-defıne path defıne-detector-cın-magıc-defıne search bars made-metals-charm-bury-bandit-defıne of documents-mound-tumulus-bandits- mystery of money-jewellery-defıne-archaeology-hıstory museums-ıslamıc-defıne natural stone-sculpture-news-mythology-antıque-archaeology-ancıent cıtıes-regıons-ancıent trade routes-horasan-ebced-sıgnal solutıons-defıne search-roman-byzantıne maps-green coıns only defıne to learn
Eşkiyalar Tarihi

1555 ,,de başlayan eşkiya faliyetleri 1913 kadar faal şekilde tüm osmanlı imparatorluğunda vuku bulmuştur bu eşkiyararın isimleri ve faliyet gösterdikleri yöreler tarih ,,tarih alttadır ,,

MERKEZ KARA DAĞ,MADRAN DAĞI,DUMANLI DAĞI

Merkez Altın şehir, kayabaşı kubaş köyünden güneye kostantinpolis Dersadetten yedi saatte Mihaliç Aksu boğazına oradan kürek çekerek üç buçuk saatte Karadavut İskele kasabasına geldiler. Buradan otuz bir saat güney batıya giderek Marda Dağına, son üstleri olan Kumpanya Birlik Değirmenine geldiler. Bu değirmene, Martin Voyvoda Mihaliç Kumpanya Değirmeni dediler.

Kumpanya değirmeninden üç tarafını ana kayaya oydular. Üç basamakla değirmene girilir. Altı metre boyundadır. Değirmenin sağ duvarında bir güneş var. Her güneş resminin ortasında birer çatal put, güneşlerin altında birer kız başı yaptılar. Değirmenin sol arka duvarına bir oynar ayıyı yaptılar. Def ayının elinde ayıcıyı da sırt üstü yıkılmış vaziyette yaptılar. Ayı da ayıcıda topaldır. Değirmenin sol duvarında bir kol resmi yaptılar. Parmağının gösterdiği kırk adım uzaklık da kolonlu kayada zincir işareti yaptılar. Burada otuz sekiz adet yatak odası mevcuttur. Horasanla kapılıdır. Yedinci zengin sofra buradadır. Bu değirmen üç ada gibi tepenin ortasında, karatepenin eteğimdedir. Karahasan köprüsünden bir buçuk saat çeker. Yedi at bağlanan mağara kuzey batıda, kırk beş dakika sürer. Kapıkaya değirmeni on dakikadır. Sarıgöl kırk beş dakika iki öküzler kırk beş dakikadır çatala kaya bir buçuk saat Ceneviz kalesi bir buçuk dakika çeker kuzeyindedir.Kudret kaya iki saat çeker ve kuzeyindedir. Kumpanya değirmenin bulunduğu dere, Harami deresidir. Günde bir , bir buçuk saat güneş görür En yakın köyleri : Çukur cambaz , Ayazma , Tahtalı , Karahasan , Yaşlılar , Araplar , Dikmen Tepe köyleridir , diğer köyler yandı kül oldu… Bu değirmenin yedi ana nişanı hiçbir değirmene ve bölgeye yapılmamıştır. 1- Yedi basamaklı kaya , 2-Çiçekli İstavroz , 3-Köpek butlu taş. Bu taş değirmeni yok edebilir… 4- Değirmenin ters sekiz rakamları 5- bir buçuk balıklı sofra, başka hiçbir değirmende yoktur. 6- Otuz altı kapılı kayadan bu kapı tekdir 7- Taş bağlanan mağara. Otuz altı mağarada bu tekdir. Gerçek ve son bölgedir. Burası bulunmadığı müdettce burası yoktur.

Tahtalı Köyü , Monika Çiftliği , Hersek Köyü , karşısından Danagöz Köyü , onların karşısında Alagöz Köyü , Köprüye on iki saat mesafeli Bağevleri Köyü , ormanın dibinde Ali bey köyü vardır.Burada Şahin kaya ile Şama giden Hora tepesi vardır. Orada bir çalgılı mağara olup , on sekiz taş sıra ile dikilir. Tam ortadaki taş siyahdır. O taşın altın bir kazan altın ile bin ikiyüz altın mahmudiye. On iki taş karşısında türbe dedenin derinliği beş metredir.
Bir kazansa horansa içine oturtulmuştur. Buraya yakın üç basamak merdivenle çıkılana bir mağara vardır. Yol boyunca on iki tane dikili taş vardır. Bu taşların birinde istavroz resmi altında bakraç altın. Sol taraftan dar , Kaldırım köşeli patika tepeye doğru çıkar bu patikanın bittiği yer kazılınca bir kemer çıkacak , içi doludur. Önündeki dere içinde bir sofra taşı vardır .yuvarlaktır. yanında dört dikili taş vardır sofra taşının yanın da yedi yemek kaşığı, yedi ekmek, yedi yemek çatalı , bir buçuk balık vardır. Bir adat zincirli fincan ve birde çakı olacak.Derenin karşı tarafında bir mağara olacak. Mağaradan mağaraya giderken kapı üstünde sandık biçiminde bir taş vardır.buna sofra taşı işaretlidir. Para bu taşın içinde. Sağ ayak geri , sol ayak ileri resmi yapılmıştır. Sofrayı burada buluruz. Çakının zinciri yirmi bir bakladır Mağarada yirmi bir adım mesafededir.
ANADOLU EŞKİYALARI
ANADOLU'DA CELALİ REİSLERİ VE EŞKİYA LİDERLERİ:

BİRİNCİ BÖLÜM (1555-1599 YILLARI):

Biz burada, 1555 yılından 1599 yılına kadar, Osmanlı Padişahları Kanuni Sultan Süleyman, Sultan İkinci Selim, Sultan Üçüncü Murat ve Sultan Üçüncü Mehmet’in imparatorlukları devrindeki, celali ayaklanmaları dediğimiz, Avusturya ve İran ile yapılan savaşlardan kaçanlar ile Anadolu’daki Altı-Bölük mensubu (Sancak-ı şerif ve padişaha mahsus süvari muhafızları) sipahi ve levent askerleri ile devletin memurlarının, nasıl devletlerine başkaldırarak, masum Anadolu halkını ve sancaklarını kent, kasaba, nahiye ve köyleri acımadan, gözlerini kırpmadan katledip, yakıp yıkanlardan bahsedeceğiz. Bu yazdıklarımız sadece gerçeğin yüzde yirmisini kapsamaktadır, Bu reis ve liderlerin önemlilerini, yani; Şahkulu, Baba Zünnun, Canberdi Gazali, Kalenderoğlu, Veli Halife, Karayazıcı Abdülhalim, Karakaş Ahmet, Tavil Ahmet, Canpolatoğlu Ali Paşa, Abaza Mehmet Paşa, Cennetoğlu, Karahaydar, Kozanoğlu, Dadaloğlu, Tahmisçi Mustafa, Vardar Ali Paşa, Kavalalı Mehmet Ali Paşa ve ya Kabakçı Mustafa v.b. gibilerine dokunmadan ufak çaptakilerini yazmaya çalıştık.
1555 yılında Kanuni Sultan Süleyman zamanında Biga ve civar kasabalarında eşkıya Yanık Hasan etrafına topladığı leventleriyle (çiftbozan, köyden türeme) etrafa korku salmış ve sonunda birer birer yakalanarak idam edilmişlerdir.

Külek boğazından geçen tüccarlara saldıran Arap, Kızıl Mustafa, Kara Musa, Emrullah ve arkadaşlarını basarak yakalayan Tarsus Alaybeyi İsa Bey, Tarsus Bey’i Yusuf Bey tarafından mükafatlandırıldı.

Aynı yıllarda Adana, Sis, Dulkadir, Karsı, Azir ve Bakras taraflarındaki güçlü eşkıya çetelerinden birisi de Bende isimli eşkıya başınınki idi. Dulkadir beylerbeyi harekete geçince Bende Niğde Kalesi’nde tutuklandı. Kaleden kaçtıysa da 1556 yılında tekrar yakalanarak idam edildi.

1556 yılında Adana ve Tarsus yöresindeki ünlü eşkıya Arap Hacısı Adana Beylerbeyi Piri Paşa tarafından yakalanarak idam edildi. Arap Hacısı’nın adamlarından Mustafa, kaçmayı başararak yeni bir çete kurdu; halktan Sinan isimli birisi kendi akrabalarıyla harekete geçerek Mustafa’yı ortadan kaldırdı.
1560 yılında Haki ve Suhrap isimli eşkıya lidrleri Budaközü kazasında 20-30 atlı ile gezmekte olup, yakalanmaları için Kırşehir Valisi Memiş Bey’e emir gönderildi.

Amasya kadısına ve beyine 1 Mart 1560 günü padişah emrinde bildirildiğine göre Çungar’da Feridun isimli bir iş’eri (resmi görevli kişi) “Bir nice yoldaşları” ile dolaşıp halkı soymakta idi.

1564 yılında Mamuriye Kalesi yeniçerilerine aylıklarını götürmekte olan kendi arkadaşları birkaç yeniçeri, Afyonkarahisar ile Akviran köyü arasında öldürülerek ulufe paraları kaybolduğundan uzun araştırmalardan, birçok kişilerin sanık olarak zindanlarda tutuklu olarak bulundurulmasından sonra, nihayet Diyarbakır’danYelkenci Kasım, Köpekkıranoğlu Kasap, Öküz Murat isimli Ermeni ve arkadaşlarından oluşan 12 kişilik bir eşkıya grubunun bu iş yaptıkları anlaşıldı.

1565 yılında İçel sancağında Siyak Mehmet, Karakasımoğulları ve Kızılalioğulları diye adlandırılan hırsızların her biri 5-10 kişilik gruplarla, bellerde soygunlar yapıp adam öldürmekte idiler.

Yine aynı yıllarda, Denizli (Lazkiye) ile Hamit arasında, başına bir sürü eşkıya toplayan Hüseyin Kali isimli bir levent, 7-8 kişi öldürmüş ve bezirgânlara (esnaf ve tüccar) günlerini kara etmiş bulunuyordu. Teke’de (Antalya) Kulaksızoğlu Mehmet büyük fesatlar çıkartmakta idi.
1570 yılına Sultan İkinci Selim saltanatına gelindiğinde; Hamit (Isparta) sancağı Yalvaç kasabasında Çingenoğlu İsa, Hasan, Hüseyin, Afacanoğlu Mustafa, Kasapoğlu Hüseyin, Kara Davut ve Dursunoğlu Mustafa isimli şahıslar 20’şer, 30’ar kişilik grupların başında Yalvaç kasabasını harabeye çeviriyorlardı.

1571 yılında İçel’de Kara Sevindik isimli eşkıya, başına 22 atlı, 18 yaya olmak üzere 40 kişilik bir bölük ile Kıbrıs Savaşı’ndaki sipahilere götürülmek üzere olan harçlıkları zorla gasp ettikleri gibi bir çokta yağmalar yaptılar ve hayli insan öldürdüler. 1571 yılının yazında yakalandığında tımarlı sipahilerden kimisi ile ortak olduğu meydana çıktı.

Kanuni’nin son yıllarından beri ele geçmeyen Adala’da Sinaoğlu Ali’de 1571 yılında 20 kadar levendiyle Alaşehir ve Kula çevrelerinde halkı dehşet içinde bırakmıştı.

Afyonkarahisar taraflarında Musa ve İsa isimli iki kardeş başlarına topladıkları levent bölüğü ile o çevreye kan kusturmakta idiler.

Kastamonu’nun Uğurlu köyünden 30 kişiye yiğitbaşı seçilmişken isyan eden Abdurrazzak, Çorum’da Uzunoğlu, Bayındırlı Dedebalioğlu Ali ve 8-10 ünlü arkadaşları, yanlarında kuvvetli sekban bölükleri olduğu halde, bulundukları sancaklardaki tımar ve zeametlerin öşürlerini zapt edip, kadılara aman vermeden hareket ile sık sık mahkemeleri basıyorlardı.
1574 yılının Eylül ayında Külek Kalesi Dizdarı olan Kansu’nun eşkıyadan olup bazı adamlarıyla Ekrâd-ı İzzeddinlü Kadısı Nurullah’ın yolunu kestikleri ve adamlarını dövüp, hapsettikleri haberinin Adana Sancakbeyi İbrahim Bey tarafından merkeze bildirilmesi üzerine Dizdar Kansu’nun yakalanarak Kıbrıs’a gönderilmesi emredildi.

1578 yılının Haziranında Adana Sancakbeyi İbrahim Bey’e gönderilen bir başka emirde ise Külek Kalesi Muhafızlarından Hacı İskender’in kötülük ve haydutluk üzere olduğundan durumunun tetkik edilip, doğru ise Kıbrıs’a sürgün edilmesi emredildi.

Sultan Üçüncü Murat zamanında, 1584 yılından 1588 yılına kadar celali şefliği yapan Karaman bölgesinde asıl adı Kırıkoğlu olan Cabbarkulu umumiyetle tımarlı sipahilerden ve alaybeylerinden yardım görmekte idi. Cabbarkulu’nun bölükbaşılarından birçoğu çavuştu. Cabbarkulu yakalanıp ta, mahkemeye götürülürken Konya’da Sakin Çavuş tarafından kurtarılmıştı.

1586 yılında İçel taraflarında Aksak Mustafa ve arkadaşları Tarsus’u basmak isterken sancak beyinin kaymakamına yenildiler ve Aksak Mustafa öldürüldü. Asi başının mirasçıları olduklarını ileri süren birkaç kişi, başlarına yeniden 1.000 kişi toplayarak gelip Tarsus’u işgal ettiler. Kaymakam Hayrettin Bey, korkusundan İstanbul’a kaçtı.

Bozok’da Haydar Çavuş, Kırşehir’de Hasan Çavuş ve Batı Anadolu’da isimleri belli olmayan dirlik sahipleri tam birer celali idi. Haklarında şikayetler geliyordu. Bilhassa Konya’da Mültezim başı (kesenekçi) iken başına bir sürü adam toplayarak eşkıyalığa başladığı bildirilen Haydar Çavuş’un, Kiziroğlu Mustafa’dan daha fazla nam kazandığı ve üzerinde pek çok mal-i miri kaldığı gelen haberlerden anlaşılıyordu.

1587 yılında Adalet Fermanı’nın yayınlanmasından sonra Kırşehir sancağında Çorumlu Deli Nasuh isimli eşkıya, adamlarıyla yeniçerileri basmış açıktan açığa isyan etmişti.

Yine aynı yıl, dirlikleri ellerinden alınan beylerden ilk ciddi isyan Rakka ve Urfa çevrelerinde 1587 yılında Abdurrahman isimli Sancakbeyi tarafından çıktı. Bütün Dulkadir, Rakka ve Diyarbakır yörelerindeki ahali üzerinde büyük bir etki yaptığı anlaşılan asi Abdurrahman’ın dayandığı esas kuvvet aşiretlerdi, eski Urfa Bey’i Suhrap da isyana katıldığından olay tehlikeli bir renk almaya başlamıştı.

1594 yılında Ayıntap’da, Dürzi Cafer isimli eşkıya, başına 200 kişilik bir sekban bölüğü toplayarak, güpe gündüz çarşıyı basmış, beylerbeyinin adamlarına saldırarak, birçoklarını yaralamıştı; o tarafın âyan ve tüccarlarının büyük bir telaş içinde bulundukları şikayetlerden anlaşılıyordu.
Hamit sancağında Deli Pir Ali’nin sipahi bayrağı açarak, kapıkulu süvariliğini iddia ettiği haber veriliyordu. Gene o yörede, çingeneler de onlara karışarak, güzel kadın ve cariyeleri eliyle sekbanları elde ettikten sonra, Deli Pir Ali ile Sadrazam Siyavuş Paşa’nın oğullarına ait Servihan subaşılığını basmışlardı. Ankara sancağında Haydaroğlu Kalender adında birisi de sekbanları ile harekete başladı; sayılı eşkiyalar arasına karıştı.

1595 yılında Sultan Üçüncü Mehmet’in zamanında; Kırşehir sancağından Kör Bahattin ve Hüseyin isimli Celaliler Altı-Bölük halkından Çalık Mehmet, Tokat’tan Kurt ve Kulakkesen Mehmet isimli şahıslar, yanlarında tüfekli kalabalık sekbanlar olduğu halde kuvvetli bir bölük halinde dolaşırlarken Ulaklı köyünü bastılar. Tımarlı sipahilerden Memi Çeribaşı ve üç arkadaşını, halktan üç erkek, iki kadın olmak üzere 9 kişiyi katlederek cesetlerini yaktılar. Bu olayın müthiş manzarası, halktan pek çoklarının kaçmalarına neden oldu. Asiler ve sekbanlar, kaçan halkın mallarını zapt ile karıları ve kızlarını da yanlarına aldılar. Nihayet Kırşehir Bey’i geldiğinde Kör Bedrettin yakalanarak hapsedildi.

1596 yılında evvelce Malatya beyini öldürenler arasında adı geçen Ali, şimdi de Türkmen Halep sancağına baskınlar yaparak, sancak beyinin evini yağmalamıştı. Kahta’da bir Abdal’da Kürtleri başına toplayarak, havass-ı hümayun (hazine köyleri) köylerine girmiş bulunuyordu. Kasaba halkı kaleye sığınmışlardı; köyler ahalisinin göç etmeye hazırlandıkları ve adı geçenin celali olmak üzere bulunduğu bildirilmişti.

1596 yılında Konya havalisinde, Hızır ve Mehmet isimli iki sefer kaçkını (Eğri Savaşı’na gitmeyip kaçan), yanlarında bulunan eşkıya leventlerle dolaşıyorlardı. Varsak aşiretini basan asiler, şuraya buraya musallat olarak, soygunlara başlamışlardı.

Yine 1596 yılında Maraş sancağında 300 atlısı ile Maymun Davutoğulları, 400 atlı ve sekbanla Köse Sefer ve 200 atlısıyla Osman Paşa’nın Mütesellimi Ömer, adı geçen sancağı yakıp yıkmakta idiler.

Aynı yıl Halep’te, vergi tahsiline yardıma gelen yeniçerilerle halk arasında bazı çarpışmalar oldu. Şam Beylerbeyi Hacı İbrahim Paşa 17 yeniçeriyi astırmak suretiyle olayı halletti.

İKİNCİ BÖLÜM (1600-1699 YILLARI):

Anadolu’da Celali İsyanları ve Eşkıya Liderleri başlıklı bölümümüzün ikinci bölümü olan bu bölümde Sultan Üçüncü Mehmet’ten geriye kalan zaman içerisi ile Sultan Birinci Ahmet, Sultan Birinci Mustafa, Sultan İkinci Osman, Sultan Dördüncü Murat, Sultan İbrahim, Sultan Dördüncü Mehmet, Sultan İkinci Süleyman, Sultan İkinci Ahmet ile Sultan İkinci Mustafa’nın 1699 yılına kadar olan saltanatı esnasındaki asayişsizlik olaylarından bahsedeceğiz.

1600 yılında Sultan Üçüncü Mehmet zamanında, Ankara sancakbeyinin kethüdası olan Ahmet, sancağın bütün kadılıklarında büyük bir soygun harekatına başladı. Külabi Alaybeyi ve Gazi Bey gibi ünlü eşkiyaları da emrine alan Kethüda Ahmet, zenginlere; “Sen benim hakkımda emr-i şerif yollamışsın” diye, suçlar isnat edip evlerini basıp, öldürmekte, kaçanların mallarına el koymakta iken zulmünü arttırdı ve mahkemeye davet olunduğunda, itaat etmediği şikayet ediliyordu. Bey’in subaşıları da 20’şer atlı ile dolaşmaktaydılar. Bunlardan Burhan isimli meşhur bir eşkıya da kalabalık leventleriyle faaliyetteydi. Ankara’nın içinden ve köylerden birçok kimseler kendilerine yardım ediyorlardı. Burhan 1601 yılında öldürüldüğü zaman bölüğü dağılmadı ve yerine Ebu Talip geçti.
Ankara’da Hüsam Şeyhoğulları, Çankırı’da Kara Veli birer celali reisi idiler. Maraş’ta Emrullah gibi asiler, kendilerinden önce misalleri yok denecek derecede kuvvetli, her biri birkaç bölüğe sahip ve geniş sahalara kadar isimleri ve bölükleri yayılmış birer celali lideri olup, Karayazıcı ile başlayan celali ayaklanmalarının ünlü şeflerinden hiçte geri değillerdi. Emrullah, Ilgın ve Turgut taraflarını 1601 yılının yazında basmış, çıkan bu olayda bir çok köylüler korkudan Ilgın kasabasına sığınmışlar, fakat, Emrullah burayı basıp yağma etmiş, şehrin yağmasına, korkudan buraya sığınan köylüler de iştirak etmişlerdi.

Anadolu vilayetlerinin diğer bir sancağı olan Hamit’de, buranın eski Bey’i Ömer ve kethüdası Hızır 600 atlı ile, kadılıklara salma (bir çeşit vergi) toplamaya çıkmışlardı. Her kasaba ve köyden, kudretlerine göre 50 ilâ 300 kuruş (3.600-6.000 akçe) salma istiyorlardı. Zenginlerden de ayrıca para alınmakta idi. Ömer Bey ve Kethüda Hızır hakkındaki şikayetler için Hamit kazasından İstanbul’a hususi adamlar yollanmaktaydı. Halkın sızlanmalarına cevap olarak, sancak beyine ve kadılara yollanan hükümlerde, beylerin devriye çıkmaları yasak olduğu hatırlatıldı ve Ömer Bey ile Kethüda Hızır’ın dolaşmaktan men edilmeleri emredildi.

Aynı sırada Beyşehri ile Alaiye arasında Hüsam isimli eşkıyanın idaresinde kuvvetli bir levent grubu vardı. Hüsam, Celalileriyle Alaiye nahiyesine gelerek, bir nahiye kadısı ile birçok insanı öldürmüş, ölülerini de yakmıştı. Levent şeflerinin tanınmışımdan olan Başıbüyükoğlu gibi Celaliler de Hüsam ile beraber dolaşıyorlar, resmi kimliği belli olmayan Şükrullah isimli bir celali de bunları idare etmekte idi.
1601 yılında Aksaray ve Koçhisar taraflarında celali Divane Mehmet Bey isimli eşkıya türemişti. 100 atlısıyla kadı’nın evini basmış, civar köyleri yağmalamıştı.

Sultan Üçüncü Murat devrinden beri Celalilere ve suhtelere karşı mücadelede büyük bir şöhret kazanan ve bu hizmetlerinden dolayı kendisine tımar tevcih edilen yiğitbaşı Hüseyin Kulu adındaki şahsın tımarı tecdid (yenileme) için yollanan fermanda anlatıldığına göre, 1600 yılında, Süleyman, Kara Ahmet ve Musa isimli üç celali şefinin idaresinde toplanan suhteler ve leventler, Merzifon, Osmancık, Gümüş ve İskilip sancaklarında tahribat yapmakta idiler. Bunlarla mücadele için Hüseyin Kulu’nun yiğitbaşı olması ve emrine il erleri verilmesi bildiriliyordu. Bu eski emektar yiğitbaşının, 1603 yılında Celalilerle girdiği bir çarpışma sırasında öldürüldüğü, Zeytun Kadısı tarafından İstanbul’a arz edilmiştir.

Hıssın, Mansur sancağı beyinin eski mütesellimi Ahmet 500 atlısı ile bölgedeki aşiretleri basmakta olduğu gelen haberler arasındaydı.

Salmanlı kadısı ile Kırşehir beyinin kaymakamı İstanbul’a yazdıkları bir mektupta; Salmanlı’da kuvvetli bir grup, bayrak kaldırmış ve sipahi bölüğü tarzında gezmeye başlamışlardı. Şefleri Budak’ın mahkemenin kararı ile idam edilmesi üzerine, arkadaşları yeniden kalabalık bir cemiyet halinde, asılan şeflerinin kanını dava etme bahanesiyle, harekete geçtiler. Yazılan arzda, eşkıyanın dağılmadığı takdirde, halkın göç edeceği bildiriliyordu.
1603 yılında celali sipahilerinden Müezzinoğlu Mustafa, 400-500 atlısıyla Saruhan ve köylerini kan içinde bıraktığı sırada, aynı anlarda, İnegöllü Hüseyin, Telli İbrahim, Çalık Mustafa, Arnavut Ali isimli celali şefleri de 2.000 kişiyle yine Saruhan, Kırkağaç, Kula, Akhisar ve Tırhala gibi birçok kasabaları basmakta, hükümet kuvvetleri ile çatışmaya girmekte idiler.

Yine aynı sıralarda, Ankara sancağı Karakaş Ahmet tarafından istilayla darmadağın olmuş, Ahmet’ten sonra Çörekoğlu isimli zorba ile isimleri bilinmeyen sipahiler tarafından 1603 yılında tam dört defa istilaya uğramıştı.

Yine 1603 yılında Saruhan taraflarında Kız Mustafa, Köse Kaplan kuvvetli bir grubun başında bulunuyorlardı. Karayazıcı Abdülhalim zamanından beri adı geçen İnegöllü Hüseyin ve Telli İbrahim isimli yine 500-600 kişilik grup halinde bölgeyi yakmakta idiler.

Yine aynı zamanlarda Develi kazasında Han Mehmet isimli bir eşkıya 200 atlı ile salgunlar saldığı, yolları keserek birçok adam öldürdüğü görülmekte idi. Niğde beyi bu şahsa ait olayları arz ederken, çabuk tedbir alınmazsa “sonra külli kayıda tasaddi olunur” diyerek, ele geçirilmesi için ferman talep ediyordu.
Yine 1603 yılında Arapkir sancağı Yeniçeri Bodur Yakup, Zeynel Bey,Bali Ağa ve Başıbüyükoğlu Hamza Bey tarafından basılıp yağma edildi. Korkudan dağlara kaçan halktan 300 kadarı oralarda açlıktan öldüler.

Yine aynı yıl Canik sancağına tayin edilen Rizeli Ömer isimli Sancak Bey’i kalabalık bir eşkıya grubu ile gelerek burasını yağma etti. sonra Of sancağına geçerek orasını da yağma ettikten sonra 30 kadar yeniçeri ve sipahi karısını kaçırarak kendi adamlarına verdi.

Yine aynı yolda Ferruh isimli bir kethüda, Trabzon’da korku salmakta, kendi adamlarından olan Pazarbaşıoğlu Ali, Demircioğlu Ahmet, Nalbantoğlu Ali Bey gibi sipahi zorbaları Trabzon sancağını askerleri ile harap etmekte idiler.

Bu sırada Erzurum vilayeti de, önce Alacaatlı Hasan Paşa’nın Mütesellimi Mustafa Çavuş’un daha sonrada Köse Sefer Paşa’nın adamları tarafından talan edildi.

1603 yılının Mayıs ayında da Kurguroğlu isimli celali reisi, emrindeki eşkıyayla Ladik kasabasını basarak halktan 30 bin kuruş (3.600.000 akçe) aldığı gibi sözünde durmayarak Ladik’in yarısını yakarak ne varsa yağma etmiştir.
1604 yılında devletin Macaristan seferinden cesaret alan sipahiler de bu sıralarda şımarıklıklarını daha fazla arttırmışlardı. Hükümet, siyasi gaileler yüzünden kaçak sipahileri temizleyememiş, bilakis bunlardan; Gedizli Ali, Deli Derviş, Köse Hamza, Kızılbaş Mehmet, Arnavut Hüseyin, Küçük Halil, Tepesi Tüylü ve Kumkapılı gibiler de sivrilerek, diğerlerini de peşlerine takıp vergiler toplamaya, yolları ve köyleri haraca kesmeye başlamışlardı. Sultan Birinci Ahmet, eşkıya takibi ile İstanbul’dan kalkarak Bursa’ya gelince bunların birçoğu affedilmek üzere müracaat ettiler. Hükümet bunlardan 4-5 bin kadarına dirliklerini geri verdiği gibi, azılı olanlarını da terfi ettirdi. Bunlar, Anadolu’da eşkıya takibine memur edilen Nasuh Paşa ile Anadolu Beylerbeyi Davut Paşa’nın emrine verildiler.

Bu sıralarda, yani 1605 ve 1605 yıllarında, Niğde ve Kırşehir sancaklarında 500-600 kişilik bir kuvvetle Hazır isimli bir eşkıyanın dolaştığı ve kendisi öldürülünce, yerine geçen kethüdası Bıyık Ali’nin de aynı celali grubunu Sadrazam Kuyucu Murat Paşa’nın Anadolu’da celali üzerine açtığı sefer yılına kadar idare ettiği ve bu sırada onunda öldürüldüğü anlaşılıyor.

1605 de, Ankara yöresi eşkıyalarından Sarı Handan, Şah Bey, Hersekoğlu Ahmet, Mehmet, Budak, Yardım, Sarı Memi, Hasan Kethüda ve Cıldanoğlu soygun ve adam öldürmelerine bütün hızları ile devam etmekteydiler.
1610 yılında, Sultan Birinci Ahmet zamanında Kayseri taraflarında Türkmen taifesinden Şeref Kethüda, Pir Kulu, Bay Hoca, Selim Koyun, Güli Budak, Hemdem, Devlet, İhtiyaroğlu ve Küçük Mehmet isimli eşkıya şefleri adamlarıyla köyleri basmakta, halkın mallarını yağmalamakta idiler.

Yine aynı sene Urfa taraflarındaki aşiretler, savaştan dönmekte olan Osmanlı askerlerine Hanefi isimli köy yakınlarında saldırmışlar, Behzat, çavuşlar kethüdası Kırılmaz, tezkerecisi Ali ve 20 kadar askeri öldüren Kör Hızır, Ulaş, Kara Yağmur, Bedir, Catu, Haydar, Ferahşad, Hindi, Ferruh, Mehmet Hızır, Haydar, Haydar’ın kardeşi Yusuf, Hüseyin ve Mahmut isimli eşkıya reisleri adamlarından Ulaş ile Kara Yağmur yakalanarak öldürülmüşler ve diğerleri kaçmışlardır.

Yine aynı yıl Elazığ’ın Zaviye nahiyesinde Kızıllı aşiretinden Abdülcelil isimli eşkıya 300 kadar adamı ile bölgeyi kana boyamakta idi. Serik Boğazı’nda devlet kuvvetleriyle girdiği bir savaşta öldürüldü.

1614 yılında Sultan Birinci Ahmet döneminde Trablusgarp’da isyan bayrağını kaldırmış olan Sefer Dayı’yı tedip etmek üzere Kaptan-ı Derya Halil Paşa, 10 Temmuz 1614 günü Trablusgarp limanına gelerek asi Sefer Dayı’yı Kaptan Gemisine çağırttı ve sonrada şehir kapısı önünde astırttı.

1624 yılında Sultan Dördüncü Murat devrine gelindiğinde Cennetoğlu’ndan başka, Sındırgı ve Bigadiç taraflarında Mumcu Musa, Çetmi Şaban ve Kul Halife’de eşkıyalığa başlamışlardı. Biraz sonrada Cennetoğlu ile birleştiler.

1629 yılında, Sultan Dördüncü Murat’ın Sadrazamı Hafız Ahmet Paşa, Bağdat Seferine giderken Konya civarlarında, Gürcülerle birlikte Konya’da çeşitli zulümler işlemekte olan Magrav Bey hakkında kendisine bazı şikayetler ulaştırıldı. O da, Anadolu Beylerbeyini, Niğde Beyi ile birlikte Magrav’ın zulümlerine son vermek üzere görevlendirdi. Sonra Halep’e doğru yoluna devam etti. Magravoğlu, 40 Gürcü ile beraber Halep’te, sadrazamın çadırı önüne getirilmişti. Bunlar cellada teslim edildiler.

1630 yılında, yine Sultan Murat’ın saltanatında, Eskişehir ve İnönü’de Kör Ali, İskilip’te Köse Şaban devletin başına bela kesilmişlerdi.

1634 yılında, Şam Valisi Küçük Ahmet Paşa, Cebel-i Lübnan Dürzilerinin isyanını söndürmekle görevlendirilmişti. Yolu üzerindeki Suriye geçitlerini asilerden temizledi. Çalık Derviş Kayseri dağlarında; Şam Valisi Küçük Ahmet Paşa tarafından öldürüldü. Kayseri dolaylarındaki Türkmen aşiretlerinden Boynuinceli Beyi Hacı Ahmet ve oğlu Ömer Halep’te çarmıha gerildi. Karahisarısahip’de eşkiyalık yapan Baba Ömer’in başı orada kesildi.

1635 yılında, Sultan Dördüncü Murat, ordusu ile Malatya’da bulunduğu bir sırada, 1632 yılındaki İstanbul isyanlarda bulunan zorbalardan Nuh Halife yakalanarak idam edildi.
Yine Sultan Murat, 25 Aralık 1638 günü Bağdat’ı fethettikten sonra geldiği Diyarbakır’da Urmiye Şeyhi Mahmut Urmevi’yi idam ettirdi. Mahmut Urmevi’nin Tebriz, Revan, Erzurum, Musul, Urfa, Van ve Diyarbakır yörelerinde 30-40 bin kadar taraftarı bulunmakta, ileride devletin başına bela olacağı muhakkaktı.

1642 yılında, Sultan İbrahim zamanına gelindiğinde, Edirne ve Selanik arasındaki yollarda eşkıyalık yapan Hedük denilen haydutlar üzerine Avcı Yeniçeriler gönderilmiş ve bunlar ortadan kaldırılmıştır.

1644 yılında, zamanlarının ünlü eşkiyalarından Uzun Yusuf, Matbahçı Selim ve Kınalıoğlu (Kınalı Mustafa’nın oğlu) yakalanarak idam edildiler.

1646 yılında, Erzurum’da ortaya çıkan birisi, Sultan Dördüncü Murat zamanında idam edilen Abaza Mehmet Paşa olduğunu ve kendisini öldürmekle görevli cellatların elinden kurtularak o zamandan beri Afrika’da ve Arabistan’da bulunduğunu iddia ederek ortaya korku vererek asayişi bozdu. Erzurum valisi her türlü karışıklığın önünü almak üzere Abaza Mehmet Paşa olduğunu öne süren şahsın başını kestirerek İstanbul’a yolladı. Bu şahsın sözleri incelenilmek istendiğinde yapılan soruşturma doyurucu olmamıştı.

1647 yılında, Manisa taraflarında Kısrakçı adı ile meşhur Kileoğlu Ahmet ve Bergamalı Bayram isimli eşkiyalar, kervan soymakta iken Bergamalı Bayram yakalanarak idam edildi. Yine aynı yıl içinde Manisa’da Dayı Hüseyin isimli eşkiya, kervanları soyarken yakalandı ve idam edildi.
15 sene önce Diyarbakır’da idam edilen Urmiye Şeyhi Mahmut Urmevi’nin kız kardeşinin oğlu Şeyh Mahmut (Saçlı diye anılırdı) bu sıralarda yani 1653 yılında İstanbul’a gelmiş, ibadet ve taati ile birlikte, Sultan Mehmet Hükümeti aleyhindeki sözleri ile de şöhret kazanmıştı. Kendisinden kurtulunmak için, zincire vurulup Süleymaniye Camii yakınındaki tımarhaneye konuldu. Fakat harekete geçen taraftarlarının ortalığı karıştırmamaları için affedilerek geldiği yere sürgün olarak gönderildi.

Yine aynı yıl içerisinde Merzifon ile Osmancık arasında yol keserek kervan basan eşkiya başlarından Meryemoğlu, Sincanlı Hüseyin ve Tokatlı Ali kendileri gibi bir eşkiya olan Çomar Bölükbaşı tarafından öldürüldüler.

1668 yılında Sultan Mehmet Anadolu’ya celaliler üzerine sefere çıkmış ve Bursa’ya gelmişti. Bu sırada İzmit’te ordunun önünden Abaza Hasan Paşa’nın üzerine İsmail Paşa’yı yollamıştı. İsmail Paşa, 1658 yılının Mart ayı içerisinde Bursa’ya Diyarbakır’dan Can Mirza Paşa, Tatar Ahmet Ağa, Kürt Osman Ağa, Kadri Ağa, Şam Ağası Kör Abdüsselam, Kade Kethüda Çerkezi, Bektaş Ağa ve Ömer Ağa gibi Celalilerin başlarını yollamıştı.
1658 yılında, Aydın Bölükbaşılarından Baba Kerim ve Karga isimli bölükbaşılar, başlarına 40-50 kişiyi toplayarak bölgeyi soymakta oldukları bir sırada Dünya Ağa tarafından yakalanarak ortadan kaldırıldılar.

1699 yılında Sultan İkinci Mustafa’nın saltanatı sırasında Bozok sancağında ikamet etmekte olan çeşitli aşiretlerden Cirit Yazıcı, Postlu, Küpeli, Deli Ferhat ve Orhanoğlu Hasan isimli eşkiyaların yakalanması için Sivas Beylerbeyi Mustafa Paşa’ya emir yollandı.

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM (1700-1799 YILLARI:
Anadolu’da celali İsyanları ve Eşkiya Liderleri konusunun bu 3 bölümü ise Sultan İkinci Mustafa’dan geri kalan yıllar ile Sultan Üçüncü Ahmet, Sultan Birinci Mahmut, Sultan Üçüncü Osman, Sultan Üçüncü Mustafa, Sultan Birinci Abdülhamit ile Sultan Üçüncü Selim zamanındaki asayişsizlikleri konu etmektedir.

1702 yılında, Sultan İkinci Mustafa zamanında leventlerin çoğunluğunu, devlet tarafından toplanan ve savaşların sonunda kendilerine izin verilen “miri leventler” teşkil ediyordu. Bunlar kapılanacak herhangi bir kapı bulamadıklarından eşkiyalık yapmaktaydılar. Bunlardan Çankırı taraflarında eşkiyalık yapan Kara Mustafa, Veli Bayraktar ve Hacı İbrahim isimli bölükbaşılar idi.

1710 ve 1714 yılları, Sultan Üçüncü Ahmet saltanatı sırasında eşkiyalıkla uğraşan Uluborlu Kazasında Sipahi Hüseyin’in yakalanması için Burdur kadısına ve Kütahya mütesellimine yazılar yazılmıştı.

Adana’da oturan zorbalardan Dervişpaşaoğlu Hüseyin ve Kethüda Yusuf ile Trabzon’da Seydi Veisoğlu Ömer, Mustafa Kurtoğlu ve İsmail isimli eşkiyaların yakalanmaları için Trabzon kadısına ve Samsun Kalesi dizdarına yazılar yazıldı.

Eğirdir Kazasının Anamur Nahiyesinin Baldanlı Köyünden Mütevellioğlu Seyit Hasan ve kardeşleri Mehmet ile Veli isimli şakiler, adı geçen yerlerde eşkiyalık ve zulüm yaptıklarından yakalanmaları için Eğirdir kadısına, Hamit Sancağı mütesellimi ile Eğirdir Kalesi dizdarına yazılar yazılmıştı.

1722 yıllarında İran Savaşı sırasında eşkiya reislerinden Yenidünya ile Uzunalioğlu İsmail Manyas civarlarını yakmak, yıkmakla meşguldü.

1760 yılında, Sultan Üçüncü Mustafa zamanında Diyarbakır Valisi meşhur eşkiya avcısı Çeteci Abdullah Paşa’nın (Çeteci Abdullah Paşa’yı ‘Unutulan Türkler’ bölümünde bulabilirsiniz) ölümü üzerine bölgede aşiret olayları ile eşkiyalık olayları gözle görülür şekilde artmıştı; Kapısız Leventlerinden Hasan Bölükbaşı ve kardeşi Memiş Bayraktar, yeğeni Mehmet, Suphi, Deli Mustafa, Kırıklıoğlu İbrahim, Kızıkkoyunlu Ömer Bölükbaşı, oğlu Yeğen Mehmet, Köçekli aşiretlerinden Çobanoğlu, Çakal ve kardeşi Sarı Veli, Herkoğlu Abdullah gibi şakiler bu havalide pervasızca harekete başladılar. Bu eşkiyaların tedibi için Çapanoğlu Ahmet Paşa görevlendirildi.

1763 yılında Çapanoğlu Ahmet Paşa, gerek Çorum Sancağı, gerekse Trabzon taraflarından gelerek Sivas ve Hamamlı arasındaki halkı yurtlarından süren başı boş leventlerin ve Niğde-Kayseri taraflarında bir çok gaileler çıkartan meşhur Develioğlu Ahmet gibi eşkiyaların takibinde akranlarından üstün bir başarı gösterdi.

1770 yıllarında Karaca Kürt cemaatından meşhur Gökkaraoğlu isimli eşkiya başı, yine Çapanoğlu Ahmet Paşa tarafından ortadan kaldırıldı.

1772 yıllarında Derebeyliği namıyla 7-8 kazayı zapteden ve Bolu taraflarında bir çok kimseleri öldüren ve gelirin toplanmasına mani olan Kazdağlıoğlu Kara Mehmet’in ve meşhur eşkiya Kör İsmail’in yeğeni Deli Hüseyin’in, Abaza Mehmet Paşa’nın yeğeninin, Adana taraflarındaki eşkiyanın ve Barak, Karaşeyhli, Rişvan, Benamlu, Dumanlı, Meyhanlı, Mendilli ve Kılınçlı aşiretlerinin tedibinde Çapanoğlu Mustafa Paşa önemli rol oynamıştır.

1774 yılına, Sultan Birinci Abdülhamit saltanatına geldiğimizde, Niğde Sancağında Kör İsmail’in eşkiyalığı sabit olunduğundan, bu şahıs Bozok Mutasarrıfı Çapanzade Mustafa Paşa tarafından yakalanarak öldürülmüş, bu olay sırasında Niğde’nin önemli Âyânlarından Mezatlıoğlu Seyit Ahmet Ağa’nın önemli yararlılıkları görüldüğünden “ba-emr-i âli” mütesellim tayin edildi. Seyit Ahmet, Kör İsmail’in taraftarlarını da cezalandırarak, halkı rahata kavuşturmuştur.

Yine aynı yıl içinde Sultan Abdülhamit’in emri üzerine savaş gemileri için ağaç tedarikine Domaniç yaylasına gitmesi emredilen Kaptan-ı Derya Gazi Hasan Paşa, Yenişehir taraflarına geldiğinde bu bölgede eşkiyalık yapan meşhur Ahmet Bey’i yakalayarak öldürdü.

1775 yıllarında Çankırı taraflarında içlerinde pek çok azılı eşkiyanın bulunduğu 600 kişilik bir müfrezeyi Tekeli Hüseyin idare etmekteydi.

1775 yılında âyân olanlar, çok sayıda eşkiyayı himayelerine almaktaydı. Develi’de Develioğlu İsmail binden fazla eşkiyayı himaye etmekte, bunları kendi tarafında kullanarak her türlü zulmü yapmaktaydı.

Yine 1775 yılında Akhisar civarındaki sayılı eşkiyalardan Kara Mazan, etrafı haraca kesmişti.

1779 yılının Temmuz ayı ortalarında, haklarında “emr-i alişân” çıkartılan Balıkesirli Ebubekir ile kardeşi ve yardakçılarının yakalanması görevi Tavaslı Ömer Bey’e verildi.

1783 yıllarında tekrar leventliğe meyledip eşkiyalığa başlayan Gavur Hacı, Yozgat köyleri sakinlerinden kendi halinde durmayan Elhaç İsmail, Çankırı ve Tosya taraflarında eşkiyalık ve şekavetle uğraşıp pek çok insanın canını yakan, İzmir Kervanlarını vuranların ve Cihanikli, Merdisli, Afşar aşiretleriyle, Hasırcı Deli Hüseyin, Deli Hasan, Cenkçioğlu Hüseyin ve avenelerinin, İlbaşıoğullarından Ahmet, Halil ve adamlarının cezalarının verilmesi içi Çapanoğlu Süleyman Paşa’ya verildi. Çapanoğlu Süleyman Paşa bu eşkiyaların çoğunu yola getirdiyse de Deli Hasan’ı himaye ederek sakladığı için Sultan Abdülhamit’in gözünden düştü.

1785 yılında, Ankara’da Abdullah Ağa, etrafına topladığı 600 kadar kapısız delille köyleri basıp yağma ediyordu. Bu şahsın yakalanarak Ankara’da yargılanması için hakkında ferman çıkmıştı. Lakin bir türlü yakalanamıyordu.

1785 yılının Ekim ayında, Şorba Kazasına bağlı Bağlıca, Orak, Hacılar ve daha 5 köy halkının verdikleri dilekçelere göre, kaza sakinleri zorba ve derebeylerinden olup âyânlık peşinde koşan Tiryaki Mustafa ve yardakçıları Hacı Hüseyin, Eğri Hasan, Tolcu Süleyman, Katırcı Ömer ve Osman isimli eşkiyalarla anlaşıp 500 kişi ile Bağlıca Köyünden Hacı Mehmet’in 750 koyun ve keçi, 6 katır ve kısrak, evlerindeki 10 keselik parasını ve eşyalarını yağma etmişler, Hacılar köyünde de bir sürü zarar verdikten sonra köyde halktan 150 keseden fazla akçelik zahire, mal ve eşya, 2.450 adet hayvanlarını da sürüp, kızlarında ve kadınlarına bir sürü eziyet etmişlerdir. Bunların yakalanarak cezalandırılmaları, Çapanoğullarından Süleyman Paşa’ya havale edildi.

1786 yılında Çapanoğlu Süleyman Paşa’ya tekrar, o bölgede çoğalan eşkiyalardan Kırmızıoğlu ve kardeşi Halil, Tüysüz Bölükbaşı, Kırıkoğlu Ahmet, Deli Ahmet, Kara Halil, Menzirci Emiralioğlu Ahmet gibilerinin işini başarı ile gördü. Yalnız bunlardan Eğinli Âyân Mestan’ı affetti. Mestan’da1803 yılında eceliyle öldü.

1792 yılına Sultan Üçüncü Selim saltanatına geldiğimizde, Bilecik kazasında, Şehirköylü olup eşkiyalıkla uğraşan Kara Apti, Malik Paşa tarafından yakalanarak kesilen başı İstanbul'a gönderildi.
1795 yılında Anadolu’da zorbalık ve eşkiyalık yoluna başlayan âyânlar arasında Karaman Ereğlisi Âyânı Gaffarzade, Kirmastı Âyânı Küçükoğlu Mustafa, Larende Âyânı Çavuşzade Abdurrahman, İçel Sancağından Mut Kazası Âyânı Sunullah Bey, Nallıhan Âyânı Hacı Ahmet. Bunlardan Kirmastı Âyânı Küçükoğlu Mustafa’nın ev ve çiftliklerindeki mal ve eşyaların müsadere yoluyla zapt edilmesi kararlaştırıldı

Genel olarak soygun yapıp halkın malına ve canına kasteden, etrafı haraca kesenlere şakî ve bu kelimenin çoğulu olarak eşkıya denmiştir. Ayrıca Celâlî, eşirrâ, harâmi, haramzâde, türedi, haydût, uğru kelimeleri de bu anlamda kullanılmıştır. Çoğu araştırmacı eşkıyayı köylülere yardım etmeye çalışan kır isyancıları olarak takdim eder. Araştırmacı Karen Barkey ise onların kırsal toplumun esas zorbaları olduğunu ifade eder. Ona göre eşkıya grupları kırsal topluma zarar vermişlerdir. Onların kaynaklarını yağmalamış ve yerel iktidar sahipleri tarafından baskı altında tutulmalarına etkin bir şekilde katılmışlardır. Ne var ki, eşkıyalığın bazen merkezî iktidarlara karşı halkın menfaatlerini savunma gibi mahiyet kazandığı da görülmüştür. Devlet görevlilerinin baskı ve zulümlerine bir tepki olarak eşkıya reisleri büyük şöhret kazanmış, halk muhayyilesinde kahramanlık destanlarına konu olmuştur.
Doğu Karadeniz’de gerek Osmanlı döneminde, gerek Millî Mücadele yıllarında, gerekse Cumhuriyet döneminde halk ve hükümet tarafından eşkıya olarak nitelendirilenler arasında Tirebolulu Hoçuroğlu Hüseyin; Fatsalı Hekimoğlu İbrahim, Lâz Mehmed; Ünyeli Gürcü Deli Reşid; Giresunlu Fahir, Kara Mahmud, Goloğlu Anzırlı Mehmed, Bulancaklı Hacı Velioğlu Nuri Efendi; Rizeli Sandıkçı Şükrü; Tonyalı Şişmanoğlu Ahmed, Reşadiyeli Güpür Mehmed; Şalpazarlı Kadiroğlu Ali Osman; Keşablı Tomoğlu İsmail ve Micanoğlu Hüseyin sayılabilir. Bu dönemlerde gayrimüslim eşkıyalara da rastlanır. Bunlar arasında Rum Yanidis, Yanidisoğlu Haçika, Sarı Yani’yi, Ermeni Haçik’i saymak mümkündür. Burada üzerinde durulacak olan Micanoğlu, Giresun yöresinde türkülere konuş olmuş, dost meclislerinde türkülerini söylemenin bir gelenek halinde sürdürüldüğü, hemen hemen bütün halkın hikâyesini bildiği ünlü eşkıya olarak dikkat çekmektedir.

Halk arasında eşkıyalığa başlayış öyküsü şöyle anlatılır: Micanoğlu Hüseyin 1280 (1864) yılında Giresun’un Keşab nahiyesine bağlı Engüz (Dokuztepe) köyünde doğmuştur. Babası Ömer Ağa, annesi Yakuboğlu Osman’ın kızı Ayşe kadındır. Giresun’da Sultan Selim Camisi yanındaki medreseye devam eder, arkadaşları ile bir gece medreseye gizlice kadın getirdiği için medreseden atılır (1880), tahsiline devam etmek için Sayca köyünden arkadaşı İsmail Ağa’nın oğlu Hüseyin ile birlikte Erzurum’a gider. Zeki, çalışkan olmasına rağmen imtihanda başarılı olamaz, Giresun’a döner (1881), daha sonra da askere gider. Bir söylentiye göre askerden firar edince dayısı Yakuboğlu Şükrü’nün yanına gelir. Onların aralarında bir kadın yüzünden çıkan kavgada Kalafatoğlu Memiş Hoca öldürülür. Kalafatoğlu Memiş’i öldürenin Micanoğlu olduğu tespit edilince takibata çıkılır, o da firar ederek şekavete başlar. Bir diğer söylentiye göre de Erzurum Süvari Alayı’nda nişanlısı Emine’nin Memiş Hoca’nın oğluna verildiğini duyunca firar eder. Onun gelişiyle köyde dedikodu alır yürür; Micanoğlu’nun gelinle ilişkisi olduğu etrafta söylenmeye başlar. Dedikodululardan rahatsız olan Micanoğlu’nun eski nişanlısı, bir akşam üstü eline bir değnek alarak Micanoğlu’nun yolunu keser, münakaşa başlar, gürültü üzerine dışarı çıkan Memiş Hoca da kavgaya karışınca, Micanoğlu karakulak bıçağını çekerek onu öldürür. Memiş Hoca’nın öldürülmesi üzerine köyün ileri gelenlerinden Hamaloğlu Hasan Ağa tarafından tutulup adalete teslim edilir. Mahkeme tarafından on sekiz yıl hapis cezasına çarptırılır. Ancak, hapishaneye konulduktan altı ay sonra Gürcü Deli Reşid’in adamı Eğribel Mehmed’le birlikte hapishaneden kaçar.

Hikâyenin devamında; hapishaneden kaçan Micanoğlu, bir süre gizlenmeye çalışırsa da sonunda Gürcü Deli Reşid’in çetesine katılmak zorunda kalır. İlk soygunu Bulancak’taki Şemsettin köyünde Yılancıoğlu Mustafa Ağa’yı soyarak yapar. Bu kanun dışı faaliyetleri köy basma, yolcu ve kervanları soyma şeklinde devam eder. Micanoğlu, artık dağlardadır ve dokuz kişilik çetenin başı olmuştur. Micanoğlu şekavete başladıktan bir müddet sonra Uğurca köyünden, Gotkile namıyla tanınan Köroğlu isimli şahıs bir olaydan dolayı firar edince kendisine haber gönderip yanına alır. Söylenilenlere göre Micanoğlu katiyen adam öldürmez, bütün bu işleri Gotkile’ye yaptırırmış. Micanoğlu, hükümet kuvvetlerinin yanında yer alarak kendisini takibe çıkanları teker teker yakalayarak öldürmeye başlar. Aynı günde Hamaloğlu Hasan Ağa’yı, Tekbaşoğlu Komit Ali Ağa’yı, Sarvan İmamını öldürür. Hamaloğlu Ali Ağa’yı, kendisini kurtarmak vaadiyle kandırarak hükümete teslim etti diye öldürür. Bu öldürdüklerini Sarvan köyünden Salbacakoğlu Halil İbrahim Ağa ve diğerleri takip eder. Micanoğlu ve çetesinin yaptığı soygunlar ve bilhassa Şebinkarahisar’a gidip gelen kervanları vurması üzerine yüzbaşı vekili Palabıyık Kemal Ağa, yanına aldığı Aslan Bey ve Soloğlu Ahmed Ağa ile birlikte onun takibine çıkar ve Micanoğlu’nu yakalamaya çalışır. Fakat Micanoğlu’nu ele geçirmek mümkün olmaz. Micanoğlu kendisini ele geçirmeye çalışan kuvvetleri meşgul ederek yakalanmamayı başarır.
Mican takipten kurtulmak için kendisine daha güvenli barınma yerleri aramaya başlar. Karagöl yaylasına çıkarak Erbaalı Kel Seyid’e misafir olur. Kel Seyid, yanında kırk-elli kadar insan çalıştıran, sürüleri obaya sığmayacak kadar çok olan zengin birisidir. Kendini takibe çıkan kolluk kuvvetleri Micanoğlu’nun izini buruda da bulur. Micanoğlu, Yanbulu denilen bir dağ geçidinde hükümet kuvvetlerini pusuya düşürür, jandarmaların bir kısmını esir alır. Micanoğlu hakkındaki kimi sözlü, kimi yazılı kaynaklara dayanan hikaye bu şekildedir.

Onun adının geçtiği arşiv belgeleri Micanoğlu’nun diğer bir yönünü aydınlatmaktadır. Micanoğlu, Giresun-Şebinkarahisar yolu üzerinde bulunan maden işletmelerinden haraç almaktadır. Eğribel madenini işleten Fransız şirketin sahibine mektup yazarak ondan haraç almaktadır. Eğribel madenini işleten Fransız şirketin sahibine mektup yazarak ondan haraç ister. Maden şirketi haraç vermeye yanaşmayınca bu sefer Micanoğlu madenin Karagöl yaylasından gelen suyunu keser. Maden susuz kalır. Bu haraç isteme olayı, konuyla ilgili türkü yakılmasına yol açar:

Vara vara vardım maden yoluna
Bir mektup yazdım direktörüne
Eğer bu maden işleyecekse
Bin altın göndersin Micanoğlu’na

Karagöl altından kırk atlı geçtim
Martin kurşunun suyunu içtim
Sağımdan vuruldum soluma düştüm
Dil bilmez Çerkezler içine düştüm

Ben de vardım maden baskununa
Yar yağmur yağmış daşın üstüne
Beş üz asker kalkmış Mican üstüne
Karagöl yaylasında Kel Seyid’n misafiri olan Micanoğlu’nun hem Fransız şirketin sahibinin eşi ile, hem de Kel Seyid’in gelini ile aralarında bir gönül ilişkisi olduğu etrafta söylenmeye başlar. Gerek madene yaptığı baskın sebebiyle hükümet kuvvetlerinin takibi, gerekse Kel Seyid’in gelini ile olduğu söylenilen gönül ilişkisi bir bakıma Micanoğlu’nun da sonu olur. Bir söylentiye göre Kel Seyid, hükümetle anlaşarak Micanoğlu ve arkadaşlarını yakalar. Ellerine kelepçe vurur. Micanoğlu’na karşı hissi bir yakınlık duyan Kel Seyid’in gelini yoğurt tasının içinde kelepçenin anahtarını Micanoğlu’na verir, onun kaçmasını sağlar. Micanoğlu dışarıya çıkınca köpeklerin saldırısına uğrar. Köpeklerden kurtulmak için yakındaki bir göle girer. Uzun süre suda kalan Micanoğlu, üşütür hasta olur, Çivriz yaylasına yakın Yassıalan’da ölür. Cenazesini Keşap’a getirirler.

Diğer bir söylentiye göre geliniyle olan ilişkisi sebebiyle Kel Seyid, Micanoğlu ile arkadaşlarını birbirine düşürür. Arkadaşları Micanoğlu’nu öldürüp bir duvarın üzerinden aşağıya atarlar. Cenazesi Giresun’a getirilir.
Ama halk arasında Micanoğlu’nun bu şekilde ölmesi, olaya destanî bir hava kazandırır. Bir inanışa göre Micanoğlu, o sırada çığ altında kalarak ölen Kel Seyid’in çobanlarından birisine kendi elbiselerini giydirmiştir, herkes Micanoğlu’nun çığ altında kalarak öldüğünü zannetmiştir. Aslında Micanoğlu ölmemiştir. Micanoğlu bu diyarı terk etmiş ve o “sır olmuştur”. Diğer bir inanışa göre de Çivriz deresi içinde bir başka adamın ölüsü bulunur, müfreze bu ölüye müsademe edilmiş gibi üç beş el kadar silah atar ve bu kişinin Micanoğlu olduğu söylenilir. Adamın ölüsü müfreze tarafından Keşab’a getirilir, Micanoğlu’nun anasından “telkin ve tehditle” ölünün Micanoğlu olduğunu söylemesi istenilir. Micanoğlu’nun anası ölenin Micanoğlu olmadığını bildiği halde “oğlum diye feryad eder”. Aslında Micanoğlu ölmemiştir, bu diyarı terk etmiş ve o “sır olmuştur”. Hatta, Micanoğlu’na Osmanlı ülkesinin değişik yerlerinde rastlanır. Micanoğlu’nu kimisi Midilli’de, kimisi Zonguldak’ta, kimisi Mekke’de görür. İşte, halk tarafından çok sevilen, efsanevî bir kimlik verilen ve adına türkü yakılan Micanoğlu’nun hayatı kısaca böyledir.
Dünyadaki benzeri örnekleri gibi öldüğüne inanılmayan bir halk kahramanı şeklinde görülüp hayatı efsanelere boğulmuş olan Micanoğlu hakkındaki resmî kayıtların mevcudiyeti onun faaliyetleri hakkında inanılır bilgilere ulaşmayı sağlar. Yaptığımız çalışma sonucu arşivde Micanoğlu’na dair şimdilik bir kayıt ile üç belgeye rastladık. Bunlardan ilki Tirebolu ayânlarından Kethüda-zâde Mehmed Emin Ağa’nın (ö. 1849) oğlu Mehmed Esad Bey’in sicil kaydıdır. Sicil kaydında (13 Mart 1887) Mehmed Esad Bey’in gönüllü olarak Gürcü Deli Reşid’in ve Micanoğlu’nun takibine belirtilir.

İlk kez burada yayımlanan diğer üç belgeden biri, Micanoğlu’nun İngiltere uyruklu Licese (Şaplıca) maden direktörüne yazdığı tehdit mektubunun sureti; diğeri İngiltere’nin Trabzon konsolosu tarafından Trabzon valisi Ali Sururî Paşa’ya verilen 29 Nisan 1887 tarihli mektubu; üçüncüsü ise Licese madeninden Giresun iskelesine sevk olunan cevherin naklini engellenmesine, altı kişilik çete efradıyla birlikte kendisini takibe çıkan Giresun zaptiyesinin silahlarını almasına, yolcuların eşyalarını gasbetmesi üzerine yakalanmasına çalışılmasına dairdir. Micanoğlu’nun yörede etkinliğini gösteren bu belgeler arasında bir eşkıya reisinin günümüze ulaşan nadir mektup suretlerinden birinin olması dikkat çekicidir. Micanoğlu’nun mektubunun ana teması Licese madenine yapılan baskın, bu baskının sorumlusu olarak görülen Micanoğlu’nun yakınlarının hükümet kuvvetleri tarafından tutuklanması ve konsolosun Micanoğlu hakkındaki düşünceleridir.
“Eşkıyâ-i Giresun Keşâb Mîcânoğlu Hüseyin Efendi” imzası ile yazılan, “Karahisar-ı şarkî mutasarrıflığından Avrupalı mâdenci direktörü Ağa’nın huzûr-ı âlîsine” şeklinde başlayan ve “Fûtüvvetlü benim dostum direktör ağa hazretleri” diye devam eden tarihsiz mektupta Micanoğlu şöyle demektedir:

“Bu kerre zât-ı âlîlerinize mahsûsen selâm ederim. Kaldı ki sizler beş on seneyi mütecâviz mâdenci olduğunuz ma‘lûm ve bendeniz de beş altı seneden berü eşkıyâ olduğum beyân ol-cihet şimdiye kadar sizlere bir kusûr getürmüş olmayup Licese isnâdından dolayı karındaşım Mehmed ile Süleyman yirmi mâhı mütecâviz taht-ı tevkîfde kalup bî-gayr-i hak halbuki, bendeniz ile Muhâcir Küçük Hüseyin olduğu hepinize ma‘lûmdur. Kaldı ki, şimdiki halde sizlere şu kadar çok recâ ederim. Bu iki karındaşlarımı mahbûsdan çıkarup kendünüze zaptiyye edüp iskân etmeniz matlûb ederim. Her kaç lira altun mesârif ederseniz bendenize beyân edesin. On beş güne kadar çıkarırsınız bendenize iki bin altun vermiş kadar hükmü vardır.Ve eğer bu işe gayret etmezseniz evvelâ canınıza saniyyen cevherine dahi Uzundere’den gelen şeylerine dahi Karagöl’den giden suya bu tahrîr ile himâm şeylere man‘î-i şer‘î olacağım. Ma‘lûmunuz olsun. Kaldı ki, sizlere on beş gün mühlet. Cevâbınızı isterim. Bu işe gayret etmedikten sonra sizlere daha rahatlık yoktur. Katırcınızı işletmem. Her bir cihet kötülük ederim. Sonra bendenize beyân eylemedin dimiyesiniz. İrâde[ye] muntazırım”.

Micanoğlu’nun maden direktörüne yazdığı bu tehdit mektubu üzerine İngiliz konsolos Ali Sururî Paşa’ya durumu bildiren Fransızca bir mektup yazar. Mektubun tercümesine göre konsolos şunları söylemektedir:

“15 Nisan [1]303 [27 Nisan 1887] tarihinde vuk‘u bulan mükâlemeye istinâden İngiltere devlet-i fehîmesi teb‘asından Licese mâden direktörüne eşkıyâdan Micanoğlu’nun yazdığı tehdîdli mektûb sûretinin leffen huzûr-ı âlî-i vilâyet-penâhîlerine takdîmle kesb-i şeref eylerim.

Bu tehdîdden mâden idaresi korkmakda olduğundan ümîd-vârım ki, zât-ı âlî-i vilâyet-penâhîleri eşkıyâ-i merkûmenin derdestini ve cem‘iyyet ve mazarratını men‘ edecek tedâbiri diriğ buyurmazlar. Şâki-i merkûm Micanoğlu’nun refâkatinde Gürcî muhâcirlerinden üç şahıs bulunduğunu haber almışdım. Çürüksulu sa‘âdetlü Ali Paşa’nın bana bugün verdiği viziteyi bir vesîle add ile bundan bi’l-istifâde buna dair ettiğimiz mükâleme üzerine Ali Paşa şâki-i merkûm refâketinde yalnız Gürcî olarak bir âdem bulunup o da dâmâdı Ali Bayrakdaroğlu olduğunu cevâben söyledi. Ve her ne kadar bu eşkıyâ cem‘iyyetine ehemmiyet verilür ise de ehemmiyete şâyân bir şey olmayub eğer Serasker Paşa hazretleri kendüsüne kimsenin ma‘lûmatı olmaksızın hafî bir emir verirse bunların cem‘iyyetini az müddet zarfında mahv edeceği ümid-kavîsinde bulunduğumu ve bu sûretle Devlet-i Âliyye ile İngilizler’in menfa‘atine bir hidmet etmiş olacağını ilâve-i makal eyledi. Ümîd ederim ki, bu takrîrim zât-ı âlî-i semûhîleri ile Ali Paşa beyninde hiss eylediğim az çok bürûdetin ber-taraf olmasına bir vesile-i cemîle olacakdır. İhtirâmât-ı mahsûsa-i fâ’ikamın kabûl-i temînâtı mercûdur efendim”.
Gerek Micanoğlu’nun maden direktörüne, gerekse konsolosun Trabzon valisine yazdığı mektuptan Micanoğlu’nun hayatına dair yeni bilgiler elde etmemiz mümkün olmaktadır. Bir kere Micanoğlu, İngiliz maden direktörü ile çok yakın ilişki içinde bulunmakta ve direktöre “dostum” diye hitap etmektedir. Micanoğlu’nun “beş altı seneden berü eşkıya olduğum” ifadesinden hareketle 1882 yılında dağa çıktığı söylenebilir. Bu yıllarda Licese madeni Şebinkarahisar’a dört saat mesafededir ve simli kurşun madeni çıkarılmakta, bir İngiliz şirketi tarafından işletilmektedir. Madenin çıkarılması için gerekli olan bütün alet ve edevat ile çıkarılan cevheri ezip temizlemek üzere bir de fabrika bulunmaktadır. Günde yedişer tona kadar maden cevheri çıkarılan fabrikada, sayıları üç yüz ile beş yüz arasında değişen işçi çalıştırılmaktadır. Micanoğlu, haraç aldığı böyle büyük bir maden cevheri işleyen fabrikaya baskın yapmıştır. Bu baskını Micanoğlu ile Muhacir Küçük Hüseyin yapmasına rağmen, hükümet kuvvetleri Micanoğlu’nun kardeşi Mehmed ile Süleyman’ı yakalamışlardır. Mehmed ve Süleyman yirmi ayı aşkın bir süreden seri de hapishanede tutulmaktadırlar. Micanoğlu, İngiliz maden direktörüne Mehmed ve Süleyman’ın hapishaneden çıkarmasını, kendisine muhafız olarak almasını talep etmekte, bu iş için kaç lira altın masraf ederse kendisine bildirilmesini istemekte, on beş günlük de bir süre vermektedir. Direktör bu işi yaparsa karşılığında Micanoğlu’na iki bin altın lira vermiş sayılacaktır. Yani, Micanoğlu aldığı haraçtan bu kadar bir miktarı düşmüş olacaktır. Eğer, direktör hapishanede olan Mehmed ve Süleyman’ı on beş güne kadar kurtarmazsa Micanoğlu, direktörün canına kastedecek, çıkarılan maden cevherinin taşınmasına engel olacak, Karagöl’den gelen suyu kesecek, kısaca her türlü kötülüğü yapacaktır. Mektuplar, çete efradının etnik yapısı hakkında da bilgi vermektedir. Buna göre Micanoğlu’nun çetesinde bu sırada üç değil, bir Gürcü asıllı bulunmaktadır. Bu da Micanoğlu’nun damadı Ali Bayrakdaroğlu’dur. Konsolosa göre çeteye fazla ehemmiyet verilmemelidir. Aslında serasker tarafından verilecek gizli bir emirle çete kısa bir müddet içinde yok edilebilecektir. Çetenin ortadan kaldırılması da İngiltere ile Osmanlı devletinin menfaatine olacaktır. Yayımladığımız bu belgelerin Micanoğlu ile ilgili bazı konulara açıklık getirdiği görülebilir. Uzun yıllar Giresun, Şebinkarahisar, Erzincan, Tokat, Trabzon, Samsun ve dağlarında dolaşan eşkıya Micanoğlu için türküler yakılmış ve yakılan türküler dilden dile söylenerek bugüne ulaşmış olup sevilerek dinlenilmektedir. Micanoğlu’nun birçok özelliğinin ve faaliyetlerinin bu türkülere yansıtıldığını görmek mümkündür. Yaptığı soygunlardan ve aldığı haraçlardan fakirlere yardım ettiği, köprü, çeşme gibi hayır eserleri yaptırdığı söylenilen ve buna dair birçok olay anlatılan Micanoğlu, halkın sevgisini kazanmış, eşkıya olarak baskıcı ve yağmacı bir kimliğinin yanında, iyiliği ve kötülüğüyle, her haliyle halkın belleğinde Köroğlu gibi bir karakter olarak algılanmıştır.

ÜNLÜ EŞKIYA HEKİMOĞLU İBRAHİM
İLE İLGİLİ YENİ BİLGİLER

Hekimoğlu İbrahim, Fatsa'nın Yassıtaş Köyü'nden yoksul bir köylüdür.
Hekimoğlu, 1900'lü yıllarda Gürcü Sefer Ağa'nın değirmeninde çalışmaktadır.
Sefer Ağa'nın Fadime adında güzel ve narin bir kızı vardır. Bir gün Hekimoğlu, Fadime ile
konuşurken Fadime'nin nişanlısı olarak bilinen Gürcü Beyi Seyyid Ağa'nın yeğeni Yusuf
onları görür ve konuşmaya başka bir manâ vererek Hekimoğlu'nu Seyyid Ağa'ya ihbar eder.
Seyyid Ağa'nın evine çağrılan Hekimoğlu, burada kendisini vurmak isleyen Yusuf'u öldürünce
dağa çıkmak zorunda kalır. Seyyid Ağa ile arasındaki husumet daha sonra etnik bir kavgaya
dönüşür. Uzun süre dağlarda dolaşan Hekimoğlu, nihayet müfrezeler ve
Dadyan Arslan'ın takibinden kurtulamayarak öldürülür.
Halk tarafından Hekimoğlu'na ölümü üzerine bir de türkü yakılır.

Hekimoğlu İbrahim, halk muhayyilesinde kahramanlık destanlarına, türkülere konu olmuş, "eşkıya" tiplemesine/tanımına Ordu - Fatsa yöresinden verilebilecek anlamlı bir örnektir.

Bugüne kadar Hekimoğlu hakkında yazılanlar bazen kulaktan dolma bilgilere, bazen de 1961 yılında Amerika'dan gönderildiği söylenilen bir fotoğrafa dayanmakta, daha da ilginç olarak kendisine yakılan türküden yola çıkılarak, hayalî bir Hekimoğlu ortaya konulmaktadır. Hekimoğlu'na ideolojik amaçlı değişik kimlikler verilmeye çalışılması ise pek çok halk kahramanı için söz konusu olan bir tavırdır1.

Bu incelemede Hekimoğlu İbrahim ile ilgili kısa biyografik bilgiler ele alınırken, ilk defa kullanılan Osmanlı arşiv belgelerinin konuya çok değişik boyutlar kazandıran bilgilerine yer verilmektedir. Hekimoğlu'nun dağa çıkma sebebi hakkındaki resmî makamların düşünceleri, kanlı bir mücadeleye dönüşen hâdiselerin devlet ve halk tarafından ne şekilde görüldüğü, onun Hıristiyan olduğuna dair yerel makamların iddiaları, af talebinin getirdiği gelişmeleri ile Hekimoğlu'nun öldürülmesini ayrıntılarıyla ve kesinleşen tarihiyle birlikte aktaran bilgileri bunlar arasındadır.
Hekimoğlu İbrahim, Fatsa'nın Yassıtaş Köyü'ndendi. Yassıtaş Köyü, yerli halkın yaşadığı bir Türk köyü idi. Bu ünlü eşkıya hakkında bir kitap yazmış olan Murat Sertoğlu'nun halk ağzından derlediği ve doğruluğu genel kabul gören bilgilerine göre Hekimoğlu İbrahim, Fatsa'da 1900'lü yıllarda 1293 (1876) Harbi muhacirlerinden Gürcü Sefer Ağa'nın değirmeninde çalışır.

Sefer Ağa'nın Fadime adında güzel ve narin bir kızı vardır. Bir gün Hekimoğlu ile Fadime konuşurken Fadime'nin nişanlısı olarak bilinen Gürcü beyi Seyyid Ağa'nın yeğeni Yusuf onları görür ve bu konuşmaya başka bir manâ vererek Hekimoğlu'nu Seyyid Ağa'ya ihbar eder. Bu konuyu görüşmek için Seyyid Ağa'nın evine çağrılan Hekimoğlu, burada kendisini vurmak için silâhına davranan Yusuf'u daha atik davranarak öldürür.

Yeğeni öldürülen Seyyid Ağa'nın ve muhacirlerin kendisinden intikam alacağını bilen Hekimoğlu soluğu dağda alır. Dağa çıktıktan sonra kendisine yeğenleri Büyük ve Küçük Mehmet ile çocukluk arkadaşı Gedik Halil katılır2.

Bir süre sonra Gürcü Seyyid Ağa ile Hekimoğlu'nun kan davası etnik bir kavgaya dönüştü. Ünye ahalisinden Müderris Yusuf ve on beş imzalı 2 Kanûn-ı Evvel 1324 (15 Aralık 1908) tarihli, Dahiliye Nezâreti'ne çekilen telgrafnâmede Hekimoğlu'nun şekaveti yüzünden Gürcüler'le Türkler arasında meydana gelebilecek bir kanlı çarpışma tehlikesinden bahsedilmekteydi3. Böylece Hekimoğlu, Gürcü muhacirlerin hasmı durumuna geldi, Gürcüler'e karşı Türkler'i kollayan ve koruyan bir kişi olarak tanındı4.
Hekimoğlu, kendisini ele geçirmeye çalışan muhacirlerden Tahmasoğlu Hulusi Ağa'yı da bir çatışma sırasında âdeta kendisiyle bütünleşen "aynalı martiniyle" tek kurşunla vurarak öldürünce daha da ünlendi.

Seyyid Ağa'nın yeğenini öldüren Hekimoğlu'nun muhacirlerin baskısıyla jandarma ve gönüllüler tarafından takibine çıkıldı ve tenkiline çalışıldı. Ancak, Hekimoğlu kendisini ele geçirmeye çalışan kuvvetleri epeyce meşgul ederek kendisini yakalatmamayı uzun süre başardı. Yine genel kabul gören görüşlere göre bunun da sebebi Hekimoğlu'nun ırza, namusa çok düşkün, ahlâklı bir kimse olması, bir de kendisine yardım eden ve barınma imkânı veren Türk köylerinin bulunmasıydı.

"Hekimoğlu - Aynalı Martin" Oyun (2 Bölüm)
Belgelere göre "Senelerden beri Trabzon ve Sivas Vilâyetleri dâhilinde dolaşarak, hükûmeti ara sıra işgal ve ahâlîyi dûçâr-ı havf eden" ve bir türlü ele geçirilemeyen Hekimoğlu İbrahim, hükûmetten af talebinde bulundu.

Sivas Vâlisi Nâzım, Tokat Mutasarrıflığı'na atfen, bu konuda Dâhiliye Nezâreti'ne çektiği 5 Teşrîn-i Sânî 1325 (18 Kasım 1909) tarihli telgrafta Hekimoğlu'nun, Ünyeli bir şahıs aracılığıyla Niksar Kaymakamlığı ile Redîf Binbaşılığı'na bir "varaka" gönderdiğini ve vilâyet dahilinde bulunan kaza kaymakamlıklarından birine teslim olmak arzusunda olduğunu bildiriyor, "hukûk-ı şahsiyye" saklı kalmak isteğiyle birlikte, Hekimoğlu'na teminat verilerek af isteğinin kabulünün uygun olacağını belirtiyordu6.

Sivas Vilâyeti'nden alınan telgraf üzerine Dâhiliye Nezâreti'nden Sâdaret'e 9 Teşrîn-i Sânî 1325 (22 Kasım 1909) tarihli bir arz gönderilerek "şakî-i şehîr" yani meşhur eşkıya Hekimoğlu İbrahim'in af isteğinin kabulünün uygun olacağı bildirildi ve yapılacak işlem için talimat istenildi7.

1910 yılına gelindiğinde de Ordu, Fatsa ve Ünye kazalarında kargaşanın ve bir bakıma anarşinin en üst düzeyde olduğu anlaşılmaktadır. Muhacir Gürcüler'le, "ahâlî-yi kadîme" olarak nitelendirilen Türkler arasında kavga şiddetlenerek devam etmekteydi. Asayişsizliğin hüküm sürdüğü bu kazalardaki durumu bizzat takip ve alınacak tedbirleri yerinde tespit etmek için vâli bu yöreye gitmiştir.
Yörede incelemede bulunan Trabzon Vâlisi Mustafa, yerinde tespit ettiği hususları Fatsa'dan çektiği 4 Kanûn-ı Sânî 1325 (17 Ocak 1910) tarihli bir telgrafla Dahiliye Nezâreti'ne rapor etti. Trabzon Vâlisi'ne göre, Ordu, Fatsa, Ünye ve Niksar kazalarında iskân edilen Kafkasya Gürcüleri, eski yurtlarındaki huylarını, yaşama tarzlarını, âdet ve an'anelerini aynen devam ettirmekte, adam öldürme, mal gasp etme, meskene tecavüz gibi suçlan burada da işlemekte; etrafa tecavüzleri gittikçe artmaktaydı.

Türkler'e karşı eskiden beri yaptıkları sataşmaların sona ermediği cinayet defterlerinin tetkikinden de anlaşılmaktaydı. Gürcüler'den cinayet işleyenler etnik duygularla komşu kazalara yerleşen Gürcüler tarafından da himaye görmekte, kendilerine yardım edilmekteydi. Bu nedenle, Ordu, Fatsa ve Niksar kazalarında tedbir olarak lüzumu halinde "Çeteler Kanûnu"nun uygulanması gerekmekteydi8.

Ancak, Trabzon Vâlisi'nin bu raporundaki isteği Dâhiliye Nezâreti'nin 7 Kanûn-ı Sânî 1325 (20 Ocak 1910) tarihli telgraf müsveddesine göre, "Çeteler Kanûnu"nun her vilâyette uygulanmasının memlekette asayişin olmadığı anlamına geleceği görüşü dile getirildi ve Ordu, Fatsa ve Niksar kazalarında da uygulanması talebi "mezkûr kanunun oraca tatbikini icâb edecek ihtîyâc-ı hakîkî mevcûd olmadığı" gerekçesiyle kabul görmedi9.
Samsun ve Trabzon Vâlisi Mustafa imzalı, Dâhiliye Nezâreti'ne çekilen 8 Kanûn-ı Sânî 1325 (21 Ocak 1910) tarihli telgrafta, diğer eşkıyaların10 yanında yine söz konusu olan Hekimoğlu İbrahim'di ve Sivas Vilâyeti'ne bir yazı yazılarak müfrezelerin "meşâhir-i eşkıyadan" Hekimoğlu ve avenesinin takibine çıkarıldığı bildiriliyor. Fatsa'da Adliye Teşkilâtı'nın henüz tam anlamıyla teşekkül etmediği ve işlerin, yetkileri sınırlı hâkim ve müstantik elinde kalmış olması sebebiyle, Adliye Teşkilâtı'nın bir an evvel tam anlamıyla icraat yapar hale getirilmesi gerektiğine işaret ediliyordu11.

Hekimoğlu İbrahim'in af talebinin Sivas Vilâyeti idarecilerinin gündeminden hiç düşmediği anlaşılmaktadır. Sivas Vâlisi tarafından Dahiliye Nezâreti'ne çekilen ve Hekimoğlu'nun af isteğinin bildirildiği telgraftan yedi ay sonra Sivas Vâli Vekili Şûrâ-yi Devlet Riyâseti'ne 7 Mayıs 1326 (20 Mayıs 1910) tarihli bir mektup göndermiştir.

Burada Hekimoğlu'nun Gürcüler'le arasında meydana gelen soğukluk yüzünden dağlara çıkmış olduğu, bir takım Gürcü eşkıyasının sataşmasından rahatsız olan yerli ahali tarafından bu nedenle korunduğu ve takip müfrezelerine izinin gösterilmediği, bunun için de takiplerden bir netice alınamadığı belirtiliyor, af kabul edilmediği takdirde Hekimoğlu'nun Trabzon ve Sivas Vilâyetleri'ne bağlı köylerde dolaşacağı, peşinde dolaşan Gürcü eşkıyasının da köylerdeki ahaliyi huzursuz edeceği ve zarar vereceği belirtiliyor, "olunacak mu'amelenin emr u iş'ârı" bekleniyordu12.

Özellikle Niksar ve çevresinde dolaştığı ve asayişi ihlâl ettiği için Hekimoğlu'nun af edilmesi konusunda ısrarlı olan ve konunun takipçisi görünen Sivas Vilâyeti, Vâli Mehmed Emîn imzasıyla bu defa 24 Mayıs 1326 (6 Haziran 1910) tarihinde Dâhiliye Nezâreti'ne şifreli bir yazı gönderdi. Bu şifrede de yine Hekimoğlu'nun Gürcü eşkıyasının sataşmasından rahatsız olan yerli ahali tarafından korunduğu bildiriliyor, başkaları tarafından "icrâ-yi şeka¬vet" edilerek yapılan kötülüklerin Hekimoğlu'nun üzerine atılacağına dikkat çekiliyor, bu yüzden de ahalinin bundan zarar göreceği belirtiliyordu.

Vâli Mehmed Emîn Tokat'taki incelemeleri sırasında bu bilgilere ulaşmış ve bunun önlenmesi için Hekimoğlu'nun "emniyet-i memleket ve ahâlî nâmına afat muvâfık-ı mizâc-ı maslahat" olacağını yazıyordu13. Ardından Dahiliye Nezâreti de Hekimoğlu'nun affı konusunu 27 Mayıs 1326 (9 Haziran 1910) tarihli arz ile Sadaret Makamı'ndan tekrar sormuştur14.

Nihayet, Hekimoğlu'nun affıyla ilgili olarak beklenen Şûrâ-yi Devlet kararı ortaya çıktı ve Şûrâ-yi Devlet Reîsi'nin imzasıyla, 2 Haziran 1326 (15 Haziran 1910) tarihinde Dâhiliye Nezâreti'ne bildirildi. Buna göre, karar için önce Mülkiye Dairesi'nde Sivas Vilâyeti'nden alınan tezkire müzakere edilmiş, tezkirede affa esas teşkil edecek izahat bulunmadığı hükmüne varılmış, daha da önemlisi affın kabulü halinde emsaline bir bakıma kötü örnek teşkil edeceği, "sû'-i sirayeti mûceb" gerekçesiyle Hekimoğlu İbrahim'in af talebi kabul edilmemişti15. Şûrâ-yi Devlet'in bu kararı, Dâhiliye Nezâreti'nden Sivas Vilâyeti'ne 5 Haziran 1326 (18 Haziran 1910) tarihli tahrirat müsveddesinde de belirtilmektedir16.
Hekimoğlu'nu takibe çıkanlardan birisi de Niksar Jandarma Bölük Kumandanlığı'nda görevli Hacı Nuri Çavuş'tu. Hacı Nuri Çavuş hakkında Hekimoğlu'nu takip için gittiği köylerde "devr-i istibdâdda" olduğu gibi halka zulüm ettiği, halktan içmek için içki istediği, ambarlan boşalttığı şeklinde şikayetler de yer almaktaydı. Halk, "eşkıyalardan zor ile, vicdansız me'mûrlardan resmen zulüm görmekle artık tahammülsüz hale geldik" demekteydiler.

Ancak, Hacı Nuri Çavuş hakkındaki bu iddiayı hükûmet kabul etmemiştir. Olaya bu cepheden bakıldığında Hacı Nuri Çavuş ve maiyetindekiler kanun dışı bir harekette bulunmamakta idiler. Bir görüşe göre böyle bir dedikodu ve şikayet Hekimoğlu'nu korumak, takibi amacından saptırmak için metropolit vekili Hanyeri Papazı Yorgi Efendi'nin kandırmasıyla Kıllıgeriş Papazı Konstantin ve Dirama Efendiler tarafından çıkarılmaktaydı. Rum tebaasından köylüler bu yüzden metropolitin kışkırtmasıyla Hacı Nuri Çavuş'u şikayet eden dilekçeler vermekteydiler18.

Asıl önemlisi, Niksar kaymakamlığı tarafından Hekimoğlu hakkında çok önemli bir ithamda bulunulmuştu : Bu da Hekimoğlu'nun tenassur ettiği, yani din değiştirerek hıristiyan olduğu iddiasıdır. Bu ihbar, Niksar Kaymakamlığı'nın 9 Teşrîn-i Sânî 1327 (22 Kasım 1911) tarihli telgrafıyla hükûmet merkezine bildirilmiştir. Telgrafta Hekimoğlu'nun tenassur edip Hacı Nikola ismini aldığının takibe çıkan müfreze tarafından ele geçirilen evrakın tetkikinden anlaşıldığı bildirilmektedir.

Hekimoğlu'nun ailesinin Kıllıgeriş Köyü'nde muhafaza edildiği, eşyasının da köy papazının ve diğer hanelerden çıkarıldığı, Hekimoğlu'nun bir köylüden takas yoluyla aldığı bir atın da metropolit tarafından satın alındığına değinilmektedir. Yine telgrafa göre Hekimoğlu'nu ele vermemek için her türlü yalan ve iftiraya başvuran Kıllıgeriş Köyü'nde Hekimoğlu'nun beş nüfustan ibaret ailesi de ikamet etmektedir ve Hekimoğlu'nun bir hayli hayvan ve eşyası müfreze tarafından bulundukları evlerden çıkarılmıştır.
Hekimoğlu'nun din değiştirdiği iddiası hakkında bir yorum yapılamamakla birlikte Gürcüler'den ve hükûmet kuvvetlerinden saklanmak için bir Rum köyü olan Kıllıgeriş'te davranışlarını bu yönde ortaya koyduğu düşünülebilir.

Daha sonra Hekimoğlu'nun izini sürme işinde olay farklı bir boyuta taşınmıştır. Takipten bir netice alamayan hükûmetin, Hekimoğlu'nu ortadan kaldırmak için mahkûmlardan bir tetikçi bulduğu anlaşılmaktadır. Belgeye göre bulunan tetikçi şayet başarılı olursa, yani Hekimoğlu'nu öldürürse kamu hukuku dolayısıyla aldığı cezadan af edilecekti. Hekimoğlu'nun bu şartlar dahilinde ortadan kaldırılması için Trabzon Vâlisi Mehmed Ali imzasıyla Dahiliye Nezâreti'ne 28 Mart 1329 (10 Nisan 1913) tarihli şifreli bir telgraf çekildi. Bu telgrafta aynen şöyle denilmekteydi :

"Erbâb-ı cürm-i cinayetten olup Sivas, Trabzon, Samsun sancakları dahilinde pek çok efâl-i şekavet-kârane irtikâp eden ve senelerden beri ta'kîp edildiği halde der-dest edilemeyen Fatsah Hekimoğlu nâm şeririn izâle-i vücûdu içün adem-i mahsûs bulunmuş ise de husûl-i muvaffakiyyât halinde hukûk-ı umûmiyyeden afv edilmek üzere te'mîn edilmesi lâzım geleceği Jandarma Alay Kumandanhğı'ndan ifâde olunmağla icrâ-yi icâbı ile neticesinin emr ü iş'ârı ma'rûzdur"19.

Dahiliye Nezâreti, Trabzon vilayetinden aldığı bu şifreli telgraf üzerine 30 Mart 1329 (12 Nisan 1913)'da Adliye Nezareti'ne gizli ve acele kaydıyla yazı yazmış ve görüş istemiştir. Ancak, bu konuda ne tür cevap alındığı ve ne yapıldığı hakkında bir bilgiye sahip değiliz20.

Bu zamana kadar yayınlanan bütün çalışmalarda Hekimoğlu'nun 1910 yılında arkadaşı Alanlı Osman ile birlikte vurulduğu yazılmakta, kaynak olarak da o yıllarda Fatsa'da bulunan Yunanistanlı misyoner Jan tarafından çekilen ve Fatsa Belediyesi'ne gönderilen fotoğraf gösterilmekte ise de yayınladığımız belgeler Hekimoğlu'nun bu yıllarda yaşadığını açıkça göstermektedir.

Murat Sertoğlu'na göre Hekimoğlu, yeğenlerinin vurulduğu Korgan'ın Tepealan Köyü'nde arkadaşı Gedik Halil ile birlikte muhtarın ihbarı üzerine takip müfrezesi ve kendilerine katılan Gürcü Dadyan Arslan21 ve Tahmasoğlu Yusuf tarafından çıkan çatışmada öldürülmüştür22. Osmanlı arşiv belgeleri bu sayılan rivayetlerin doğru olmadığını, Hekimoğlu'nun asıl öldürülüş şeklini ve tarihini ortaya koymaktadır.

İlk kez burada yayımlanan, Canik Mutasarrıfı Necmî imzasıyla Dahiliye Nezareti'ne çekilmiş 14 Nisan 1329 (27 Nisan 1913) tarihli telgrafa göre, Hekimoğlu 13 Nisan 1329 (26 Nisan 1913) gecesi sekiz saat süren bir çarpışma sonunda kendi köyü olan Yassıtaş'ta vurularak öldürülmüştür. Canik mutasarrıfı Necmî, Hekimoğlu'nun ölü olarak ele geçirilişini şöyle bildirmektedir :

"Niksar, Fatsa, Ordu kazaları dâhilinde icrâ-yi şekâvet-i vahşiyyât ederek bu havali sekenesini bizar eden ve iki seneden beri Tokad ve Fatsa müfrezeleri tarafından ta'kîp edilmekte bulunan şakî Hekimoğlu nâm şeririn üç gün evvel hanesine gelerek ihtîfâ eylemekte olduğu haber alınmasıyla kuvve-i ta'kîbiyye tarafından abluka edilerek gece sekiz saat devam eden müsademede şakî'-i merkum ile avenesinden bîrinin maktûlen der-dest edildiği ve diğer rüfâkasmın da şiddetle ta'kîp edilmekte bulunduğu Fatsa Kaim-makamhğından iş'âr olmağla berâ-yi ma'lûmat ma'rûzdur"23.

Belgede Hekimoğlu'nun yanında ölü olarak ele geçenin Alanlı Osman mı, ya da Gedik Halil mi olduğuna dair bilgi bulunmamaktadır. Fakat, Hekimoğlu'nun tenkilinde bulunanların Jandarma Süvari Müfreze Kumandanı Şâkir Onbaşı ile dokuz nefer olduğu yazılıdır. Üç ayı aşkın bir zamandan beri müfrezeye kılavuzluk ederek Hekimoğlu'nun ele geçirilmesinde hizmetleri görülenler ise Fatsa'nın Saca24 Köyü'nden Keşişoğulları'ndan Todor ve Yorika isimli iki şahıstır. Canik mutasarrıflığı, Fatsa Kaymakamlığı'nın teklifi üzerine Hekimoğlu'nu ölü ele geçiren Şâkir Onbaşı ve dokuz nefer ile kılavuzluk yapan Todor ve Yorika'nın münasip bir miktar para ile taltifini Dahiliye Nezâreti'nden talep etmiştir25.
Uzun yıllar Fatsa, Ordu, Tokat, Niksar, Samsun dağlarında hüküm süren, halk arasında mertliği, yiğitliği ve yardımseverliğiyle şöhret yapan, yöre halkı "ahâlî-yi kadîme" tarafından sevilen Hekimoğlu'nun vurularak öldürülmesi....